Ülkemiz insanı, oldum olası, iki sözcüğün arasına sıkışmış yaşar: Biri çağrıdır bu sözcüklerin;“gel” der; öteki buyruk:“git.”
“ Gel,” diyen, çağıran genellikle kentlerdir, büyük kentler. Taşı toprağı altın bilinen, uzaktan, taa uzaktan parıltısı görünen, çekici, baştan çıkarıcı, vaatkâr kentler. İş, aş, okul, eğlence vaat eder, daha iyi yaşama umudu sunar bu kentler, bu bölgeler.
“Git,” diyen, kovan da köylerdir, kara topraktır. Artan nüfusa yeterince iş, aş olanağı sunamayan... yol, su, elektrik gibi nimetler yeterince götürülmediği için yaşanması zor köyler; giderek bölünen, bu nedenle verimi düşen, yetmezleşen, oldurmayan-ondurmayan-doyurmayan topraklar, “git” der üzerindeki insana: “Git, kendini kurtar; iş bul çalış, para kazan yaşa. Çocuğuna daha iyi bir eğitim, ailene daha iyi bir yaşam sağla. Git. Burada geçinemezsin. Yeterince ürün bekleme benden. Veremem. Versem bile, pazarda para etmez. Çoluğa, çocuğa yetmez. Git, kurtar kendini.”
Toprağın gerçekçi buyruğu, kentin -biraz da sahte- çağrısı arasında kalan ülkemiz insanı, yeni olmayan bir olguyla karşılaşır: Göç.
“Hasırın ardını, gurbet bilen” ülkemiz insanı, -doğduğu, sevdikleriyle birlikte yaşadığı yeri bu denli seven yurdumuz insanı- “gurbete çıkar.” Gurbet onun için, mihnettir, külfettir, “üç kuruşluk servet”tir; ancak, başka çare de yoktur. Gidecek, bir süre sonra, gittiği yeri “mesken tutacak”, “doyduğu yeri vatan” bilecektir.
Köylerden kentlere, ordan da büyükkentlere -bazen doğrudan köylerden büyükkentlere ve hatta yurt dışına- doğru olan bu akın, çoğunlukla sorunlar yumağının bir parçası durumuna getirir insanı. Ya da çözülmesi güç yeni sorunlar üreten: Çarpık kentleşme gibi, gecekondu olgusu gibi... Sanayinin, ticaretin belli merkezlerde toplanmasının neden olduğu ve yön verdiği bu olgu başka etkenlerle birleşince içinden çıkılmaz, katlanılama......
>> Makaleninin tamamını görebilmek için üye olmalısınız. |